Vatan Yahut Silistre - Kitap İncelemesi

 


Yazar: Namık Kemal

Editör: Hacer Er

Günümüz Türkçesine Uyarlayan: Refik Durbaş

Sayfa Sayısı: 74

Yayın: Türkiye İŞ Bankası Kültür Yayınları


KARAKTERLER

Zekiye Hanım: Babasını hiç görememiş, çok küçük yaşlarda önce ismini dahi bilmediği annesini kaybetmiş sonra erkek kardeşi kolları arasında can vermiştir. 17 yaşlarında okumuş, eğitimli bir genç kızdır. Dadısı tarafından büyütülmüştür. İslam Bey'e dünyadaki her şeyi hiçe sayarak, kalbinde hayatının tek varlığı olarak yer edindirmiştir. Öyle bir sevdadır ki onunkisi çocuk denecek yaşta bir kadın olmasına rağmen sevdiğinin hasretiyle onun ardından erkek kılığına girip savaşa dahil olmuştur.

İslam Bey: Gözünü açtığı, karnını doyuran vatanı için her şeyi yapmayı kendine görev edinmiş bir delikanlıdır. Öyle ki vatanı müdafaa uğruna anasının, babasının cesedini çiğnemek; aşkı Zekiye'den mahrum kalmak gerekse dahi gözünü kırpmadan yapacağını söyler. En büyük arzusu vatanı için can verme şerefine nail olup şehadete ulaşmaktır.

Ahmet Sıtkı Bey: Zekiye'nin öldüğünü düşündüğü babasıdır. Harbiye'de yaşadığı adaletsizlikler sebebiyle kimliğini gizleyip vatanına hizmetten uzak kalmamak, cephede memleketi için can vermek uğruna eşinden ve çocuklarından mahrum kalmaya razı gelmiştir. Silistre kalesinin kumandanıdır.

Abdullah Çavuş: Halkın tasviridir. Orta yaşlarda, vatan için ölmenin yanında her şeyi "kıyamet mi kopar?" sözüyle küçümseyen bir kahramandır.


DEĞERLENDİRME


Namık Kemal'in neden "vatan şairi" lakabıyla anıldığını gösteriyor bize Vatan Yahut Silistre. Yurtseverlik ve kahramanlığı konu edindiği bu oyun 1853 Osmanlı-Rus Harbi'nde cepheye gönüllü olarak giden sevgilisinin peşine düşüp onun kaderini paylaşmak için asker kıyafetiyle Silistre savunmasına katılan genç bir kızın ve sevdiği adamın aşkını anlatıyor. Namık Kemal olayın 1828 savaşında geçtiğini lakin düzenli ordu rütbesine muhtaç olan Sıtkı Bey'in hikayesini de anlatabilmek için Kırım Savaşı'na aktardığını söyler.

Oyun ilk sahnelendiğinde izleyenler tarafında büyük coşkuyla karşılanmış ve halk "Yaşasın vatan!", "Kemal bey çok yaşa!" diye tezahüratlar yapmıştır. Oyun birkaç gün sonra ikinci defa bu coşkunun büyük bir gösteriye dönüşmesiyle sergilenmiştir. Namık Kemal oyunun sonunda henüz tiyatrodayken tutuklanmış ve yargılanmadan Kıbrıs, Magosa'ya sürgün edilmiştir. 5. Murat'ın tahta geçtiği kısa bir dönemi saymazsak ömrünün geri kalanı bu sürgün hayatıyla geçmiştir Namık Kemal'in.

Son birkaç yüzyılını çökerek sürdüren yıkılma eşiğindeki imparatorluğun hürriyete, özgürlüğe, eşitliğe, milliyetçiliğe karşı tüyleri ürperen ve bu fikirleri hafızalardan söküp atmak isteyen zihniyeti bittabi bu fikri mücadeleye destek verenleri muhakeme dahi etmeden cezalandırmaları hiç de şaşırtıcı değil. Peki bu zulüm bu baskı yeterli olmuş mudur? Hayır. Vatanına muhabbet duymak, kurtuluşu için mücadele etmeyi istemek neden suç olsun ki? Asıl suç o vatanı parsel parsel satmak, zaman zaman işgaline göz yummak, kendi refahına zeval gelmemesi için fütursuzca tutum ve davranışlarda bulunmaktır. Yine kurtuluş saraydaki israf dolu bolluğuna mahal vermemek için her şeyi göze almış istibdatla değil çifte gitmekten nasır tutmuş elleriyle ihtiyarların, dünyayı tanıma fırsatı olmadan süngüyü eline almış küçücük bedenlerin ve ömrünü cepheye gönderdiği gencecik evlatlarını yetiştirmeye adamış fakat bununla da yetinmeyip kağnı çekerek sırtında top mermisi taşıyan, nüfus sayımında köpek kadar değeri olmayan anaların vatana olan aşkıyla olmuştur. İşte bu aşktır Namık Kemal'in fikri. Kalemiyle verdiği mücadele budur. Bu mücadeleyi verenleri tutsak etmek, memleketinden sürgün etmek yetmez o aşkı söndürmeye. Gerçek bir hikayeden esinlenerek yazdığı, ideal kadın saydığı Zekiye Hanım zihninde ve oyununda kalmaz; Şerife Bacılara dönüşür. İslam Bey, Şahin Bey olur. Abdullah Çavuş şehadete koşan milyonlar olur. Mustafa Kemal'ler, Enver'ler, Talat'lar, Cemal'ler, Kazım'lar, İsmet'ler, Fevzi'ler, Ali Fuat'lar, Hasan Tahsin'ler ve saymakla bitiremeyeceğimiz nice kahramanlar çıkar sahneye. Oyundaki Silistre kalesi, sadece bir kale değildir aslında. Vatandır. Vatanın tasviridir. Silistre'yi korumak, vatanı korumaktır.

En nihayetinde mesele ölmek değildir. Diyor ya Abdullah Çavuş "ölsek kıyamet mi kopar?" kopmaz! Lakin yaşarken ölürsek; memleketi peşkeş çekenlere, zulme boyun eğersek; suyunu içtiğimiz, ekmeğini yediğimiz toprağı hiçe sayar, ihanet edersek işte o zaman kıyamet kopar. Millet olarak kahramanlıklarımızla övünmeyi çok severiz. Hikayelere saygı duyarız. Lakin yeri gelir o hikayelere bir "ama" ekleyip ihanetle suçlar, eleştiririz. Sonra birbirimize gireriz. İşte yapılmak istenen de budur. Hikayedeki Silistre kalesini dışarıdan fethedemeyenler ister ki birbirimize düşelim. Biz birbirimize düşersek kaleyi fethetmek için kurşun sıkmaya, kan dökmeye lüzum kalmaz. Anahtarı zaten kendi ellerimizle teslim ederiz. Bizim yeni zulmümüz budur işte. Lakin görmüyoruz. Görmemek de kendimize yaptığımız bu zulme boyun eğmektir. Kaçıyoruz. Mücadele etmekten uzağız. Hikayeleriyle övündüğümüz kahramanların mirasına sahip çıkmıyor, ihanet ediyoruz. Toprak aynı toprak. Neden o topraktan yeni Mustafa Kemal'ler, Enver'ler, Hasan Tahsin'ler çıkmasın? Sözle kalmayıp içini de doldurarak coşkuyla "Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!", "Yaşasın vatan!", "Yaşasın Kemal!" demek için neyi bekliyoruz?

Yorumlar