Mürebbiye - Kitap İncelemesi

 


Yazar: Hüseyin Rahmi Gürpınar

Editör: Ruken Kızıler

Günümüz Türkçesine Uyarlayan: Engin Kılıç

Sayfa Sayısı: 164

Yayın: Türkiye İŞ Bankası Kültür Yayınları


ÖZET


Anjel Fransa’nın Paris kentinde doğmuş ve yaşamanı dünyaya gözünü açtığı şehirde sürdüren bir fahişedir. Anjel bir gün hamile kalır ve daha önce görüştüğü birçok kişiyi çocuğun babası olduğunu ikna etmeye çalışır. Fakat bunu başaramaz. Babası belirsiz çocuğu doğurduktan sonra annesine bırakır ve kendine bir metres bulur. Bulduğu metresle ilişkileri epey uzun sürer. Adamın tüccar olması sebebiyle İstanbul’da 3-5 ay kalması gerekir. Anjel Batı mallarının Doğu’da değerli olduğunu bildiğinden ve kendisini de o mallardan saydığından daha çok para kazanabileceğini düşünerek metresinin peşine takılıp İstanbul’a gelir. Adamın işle meşgul olduğu sıralarda Anjel de boş kalmayarak kendi ticaretini sürdürür. Bir gün adam Anjel’i Rum bir delikanlıyla yakalar. Frenklere yakışmayacak nezaketsizlikle Anjel’i hırpalayarak bulundukları otelden kapı dışarı def eder.

Anjel bir geneleve sığınmak yerine fuhuş eziyetinden yıprandığını hissettiğinden Dersaadet’te saygın, yerleşik bir Fransız aileye başvurur. Sahtekarlığıyla aileye kendini namuslu bir kız olarak tanıtır. İstanbul’a namuslu sandığı bir adamın davetiyle yol arkadaşlığı yaparak geldiğini ve adamın ona tecavüzüyle kendisini sokağa zor attığını anlatır. Aile kendi vatanlarından olan Anjel’e ağlayacak derecede acır ve yardım eli uzatır. Onu bir odaya yerleştirirler ve kısa bir süre sonra da mürebbiyelik yapması için Dehri Efendi ailesiyle anlaşırlar.

Dehri Efendi geleneğe göreneğe bağlı, 65 yaşında varlıklı, emekli bir memurdur. Fransızcası çok iyidir. Bilim-sanat aşığıdır. Sadri Bey, Dehri Efendi’nin kızıyla evlenir. Dehri Efendi’nin ikinci evliliğinden olan çocuklarına mürebbiyelik yapması için Matmazel Anjel köşke getirilir. Fakat Anjel köşkteki durgun yaşamdan bir süre sonra sıkılarak evin erkeklerini kendine aşık eder ve bununla da kalmayarak hepsini birbirine düşürür. Bir gece ayarttığı bu üç erkek (Dehri Efendi’nin kardeşi Amca Bey, damadı Sadri Bey ve oğlu Şemi) Anjel’in kapısına dadanırlar. Ancak bu girişimleri üçünün de birbiriyle aynı niyette olduğunu anladığı ve evin kahyası Eda Hanım’a yakalanmalarıyla sonuçlanır. Eda Hanım efendisine durumu izah etse de Dehri Efendi gece yarısı kurduğu mahkemede diğerlerinin bunu yalanlamasıyla Eda Hanım’ı özellikle Anjel’e iftiraları sebebiyle evden kovar.

Dehri Efendi’den kurtulduğunu düşünen üç aşık bu kez de Anjel’e tek başına sahip olabilmek için birbirleriyle mücadeleye girerler. Bir süre sonra Şemi köşkün aşçısını içirerek diğerlerinin geceleri Anjel’le vakit geçirdiklerini öğrenerek çılgına döner. Anjel’i, amcasını ve eniştesini öldürdükten sonra intihar etme kararı alır. Planını yapar ve uygulamaya koyulur. Yine gece yarısı Anjel’in odasından müstehcen sesler duyarken kapıyı zorlar ve içeri dalar. Anjel çırılçıplak ve korkmuş bir şekilde karşısındadır. Şemi, az önce odada olan erkeğin kim olduğunu ve nereye gittiğini söylemesini yoksa hançeri göğsüne saplayacağını söyler. Ardından dolabı kilitlendiğini fark eder ve bu kez de onu dolabın anahtarını isteyerek tehdit eder. Anjel artık her şeyin bittiğini düşünerek anahtarı verir. Şemi, hançerini hazırlayarak dolabı açar ve şok olur. Karşısındaki ne amcası ne de eniştesidir. Karşısındaki babasının ta kendisidir. Bu atmosfer üçünün de yere düşüp bayılmasıyla sonuçlanır ve kitap sona erer.


KARAKTERLER


Matmazel Anjel: Ana kahramanımızdır. Paris’te doğup büyümüş bir fahişedir. Güzelliğini kullanarak adının anlamına (melek) zıt bir karakteri vardır. Görevi olan mürebbiyeliği yapmaktan ziyade evin erkeklerini baştan çıkartmaktadır.

Dehri Efendi: 65 yaşında varlıklı, kültürlü, gelenek-göreneğe bağlı, emekli bir memurdur. Bilim-sanat aşığıdır. Fransızcası çok iyidir.

Sadri Bey: Dehri Efendi’nin kızı Melahat ile evlidir. Fakir olduğu ve hayatta asla ulaşamayacağı şeylere sahip olmak istediği için çok çirkin olan bu kadınla evlenir. Bu yüzden de gözü her zaman dışarıdadır.

Amca Bey: Dehri Efendi’nin kardeşidir. Fiziksel olarak kusurludur, kamburdur. Fakat bu kusurunu zekası ve kurnazlığıyla kapatır.

Şemi Bey: Dehri Efendi’nin oğludur. Yaptığı işlerde ve derslerinde başarısızdır. Kafası fazla çalışmaz.

Melahat Hanım: Dehri Efendi’nin kızıdır. Kocasının yanından ayrılmasına müsaade etmez. Ayda bir annesinin evine gider. Kocası da bu günü fırsat bilerek Anjel’in odasına girmeye yeltenir.

Eda Hanım: Dehri Efendi’nin köşkünde kahyadır. Anjel’i pek sevmez. Ayartılan evin erkeklerini yakaladığını Dehri Efendi’ye anlatmak isterken kendisi köşkten kovulur.

Aşçıbaşı: Dehri Efendi’nin köşkünde aşçıdır. Şemi Bey’in şüphelenerek kendisini içirdiği akşam mürebbiyeyle Amca Bey ve Sadri Bey’in birlikte olduklarını ona anlatır.


DEĞERLENDİRME


Hüseyin Rahmi’nin kendine has mizacını doruklarımıza kadar hissettiğimiz bir başka eserle karşı karşıyayız. Köşkün içinde geçen bu mizah dolu roman içerisinde bolca mesaj bulunduran, yazıldığı dönemin toplumuna ayna tutan natüralist bir eserdir. Yazılışı 19. yüzyılın sonuna denk gelen eser aynı toplumdaki bireylerden olan yazarların çağdaş eserlerinde olduğu gibi Doğu-Batı kargaşasını sahneliyor.

İçerisinde bulundurduğu tasvirlerle birlikte birçok tiplemeyle oluşturulmuş bu harika eserde ilk olarak Dehri Efendi’den bahsedelim. Geleneklerine bağlı fakat aynı zamanda Batı hayranı, arada kalmış bir karakter. Evinde bir mürebbiye görevlendirmesi ve en ufak hatada bile çocuklarını falakaya yatırması bize bu çelişkisini gösteriyor. Söz konusu bilim ve sanat olduğunda yumuşacık bir adam olan Dehri Efendi, ufak tefek gündelik sorunlarla karşılaştığındaysa adeta bir zorbaya dönüşebiliyor. Köşkündeki kahyası Eda Hanım, sırf yabancı olduğu için başından beri Anjel’den nefret ediyor. Her ne kadar sezgilerinde haklı olsa da önyargısı yine toplumun gözlemiyle oluşturulmuş bir karakter olduğunu gösteriyor. Ana kahramanımız Anjel ise isminin anlamından -melek- çok uzak yapıda bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Fransızların natüralist yaklaşımının vücut bulduğu karakter için ahlak sadece bir maske. Öyle ki kendi arzuları ve eğlencesi için bu maskeyi kullanmakta çok başarılı olan Anjel; maskesinin düşmemesi için de her türlü fettanlığı, şeytanlığı yapmaktan çekinmez. Ki bu maskeyi kullanarak karakterinin tamamen zıttı bir insana bürünerek mürebbiyelik görevini kapmıştır. Bir süre sonra köşkün durgunluğundan sıkılarak hanenin erkeklerini birer birer kendisine aşık edip onlarla oyun oynamaya karar verir. Fakat işler istediği gibi gitmez. Evin üç erkeği de kolay bir şekilde bu oyuna gelir ve birbirlerini fark ettiklerinde savaş başlar. Bu savaşın sonundaysa ilk kaybeden oyunu kuran Anjel olmuştur.

Kitabı değerlendirdiğimizde yazıldığı dönemde zengin ailelerin çocuklarını eğitmesi için evlere getirdiği yabancı mürebbiyelere verilen fazla değerin eğitim sorunlarına yol açtığı, açacağı mesajını alabiliyoruz. Alafrangalık düşkünlüğünün kötü sonuçları da karşımıza çıkıyor.

Ancak ben bunların yanı sıra romandaki asıl aksiyonun aynı haneden üç erkeğin mürebbiyeye aşkıyla ortaya koyduğu mücadele olduğunu düşünerek Hüseyin Rahmi’nin cinsel açlıkların yarattığı çatışmayı ön planda tuttuğunu düşünüyorum. Kadın-erkek ilişkilerindeki çirkinlikleri, karşı cinsi tanımadığından veya yanlış tanıdığından ilk tecrübesinde karşısındakini tanrılaştıran ya da öğretildiği gibi kalıplaştıran insanların gözlemi var romanda. Yüz yıl önceki toplumdan bir gözlem olarak yazarların kaleme aldığı eserlerde sıkça karşımıza çıkan yanlış batılılaşma, Doğu-Batı çelişkisiyle arada kalmışlık nasıl ki bugünün toplumuna baktığımızda hala karşımıza çıkıyorsa cinsel açlık ve kadın-erkek ilişkileri arasındaki bozukluklar da hala mevcut. Tüm dünyada eşit şekilde ilerlemese de kadınların artık özgürleşmesi, bir erkekle eşit olabilmesi, iş hayatına girmesi, söz hakkına sahip olması, tercih etme hatta hepsinden önemlisi yönetme hakkına bile sahip olması toplumlarda büyük etkiler yarattı. Özellikle bizim toplumumuzda İslamiyet öncesi dönemde el üstünde tutulan, yeri geldiğinde yöneticilik vasfına sahip kadınların İslamiyet sonrası Hristiyanların Skolastik Çağ’ında olduğu gibi cahil, kutsal olduğu söylenen her şeyi koşulsuz şartsız kabul eden, inandığı dinin kitabını bile okumaktan ziyade kitabı yalayıp yuttuğunu iddia eden kutsal(!) kişilerin dilinden çıkan sözlerle onu benimsemiş toplumda neredeyse bir köleye dönüştüğünü düşünürsek bilhassa Mustafa Kemal’in devrimleriyle başlayan ve çeşitli sivil toplum örgütlerinin mücadelesi, Batı’daki kadın-erkek eşitliğine yazılı yahut yazısız kaynaklarla maruz kalınması sebebiyle kadınların toplumun her alanında bir anda kendine yer bulması tabi ki olumlu olduğu kadar olumsuz sonuçlara da gebe oldu. Ailelerinin çocuklarını kadın-erkek ilişkileri konusunda yeterli yetersiz yaklaşımdan ziyade birbirinden çok uzak bir şekilde yetiştirdiğini düşünürsek bu kargaşa daha da toparlanamaz bir hal almış oluyor. Erkek egemen yapıda yetişen erkek çocukların münhasıran bir kısmı kadınların bu denli özgür olduğu, her alanda ve yapıda bulunmasını kabul edemeyerek verdikleri tepkiler veya içlerine atıp üzerine düşünmedikleri tepkisizlikler bu kötü sonuçlardan biridir. İnsan, öğretilenden uzak bir yapının içinde kendisini bulduğunda psikolojik sorunlar yaşayabiliyor. Evliliğini öğrendiği gibi sürdürse de dışarıya baktığında öğretilenden ve evde yaşadığından bambaşka bir yapıyla karşılaşınca tepkisiz kalarak dolması anlamsız bir şekilde eşinin yanına döndüğünde şiddet uygulamasına sebep olabiliyor. Tepkili olanlar ise fiziksel ya da zihinsel şiddeti direk öğrendiğinin zıttı yapının içindeki kadınlara uygulayabiliyor. Tepki-tepkisizlik dışında internetin, sosyal medyanın yaygınlaşması; filmlerde, dizilerde, oyunlarda, sosyal medya platformlarında sembolik bir bakış açısının bizleri ele geçirdiğini düşünerek güzel-çirkin, yakışıklı-çirkin, çok takipçiye sahip, az takipçiye sahip, havalı vs. diyerek değerlendirmeler yapıyoruz. Dünden gelen öğretilmişlikler, değişen bir düzen ve biz daha ikisinin kargaşasıyla mücadele ederken yırtık dondan karşımıza “işte böyle olmalı” diye çıkan yapı işleri daha da yokuşa sürüyor. Mesela kadın-erkek eşitliğini sağlayalım derken kadını erkekten üstün tutmaya çalışmak gibi bir hataya da düşüyoruz. Bunun sonucunda erkekler kadınları zihninde oluşmuş belli kriterlere sahip ise arzulamaya başlıyor ve onu elde etmek için her şeyi yapacak bir halde buluyor kendini. Romandaki üç erkeğin mürebbiyeye sahip olmak için ortaya koydukları mücadele de buna benziyor. Fakat bu tamamen yanlış bir yaklaşım.

Erkekler kadınlara onları cinsel bir obje olarak görmeden kişisel özelliklerini ön planda tutarak yaklaşmalı. Kadınlar da ilkel toplumlarda olduğu gibi yakaladığı avı evine getiren koruyucu, güçlü erkek tercihi içgüdüsüyle hareket etmeyip eşleriyle birlikte çocuklarını da o şekilde yetiştirmeli. Çünkü kadınlar güçlü erkek edebiyata yaparak kendi katillerini oluşturuyorlar veya ebeveynler çocuklarına böyle öğretiler yaparak potansiyel katiller yetiştiriyorlar. Üzerine daha çok şeyler yazabileceğim ve uzun uzun anlatabileceğim bir konuyu roman incelemesi olduğunu düşünerek burada kesiyorum.

Özetle kadın-erkek eşitliğinin sağlandığı bir toplumda cinsel kimlikler ön planda olmaz. Düşünceler, fikirler, bakış açıları, yaklaşım biçimleri ve karakter yapıları ön planda olur. İnsanlar da birbirlerine bunları dikkate alarak yaklaşır ve tercihlerini bunlar vesilesiyle yapar. Aksi halde bu eserde gördüğümüz şekliyle ortaya çıkan kadın-erkek ilişkilerinin çirkinliğine maruz kalırız. Bunun sonucunda da bir daha ayılmamak arzusuyla hikayenin sonunda Anjel’in, Dehri Efendi’nin ve Şemi Efendi’nin bayıldığı gibi bayılmak isteyebiliriz.

Yorumlar