Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç - Kitap İncelemesi
Yazar: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Editör: Ruken Kızıler
Günümüz Türkçesine Uyarlayan: Ali Faruk Ersöz
Sayfa Sayısı: 150
Yayın: Türkiye İŞ Bankası Kültür Yayınları
ÖZET
Halley Kuyruklu Yıldızı'nın dünyaya çarpacağı söylentisi hızla yayılmaktadır. Bu söylentiler dünyada yayıldığı gibi İstanbul'da da mahalle halkı tarafından dedikodu konusu olmuştur. Mahalle kadınları duyduklarını dilden dile farklılaştırarak kuyruklu yıldız hakkında çeşitli senaryolar çizmektedir. Romanın ana kahramanı İrfan Galip genç, tahsil görmüş ve tuhaf bir gazetecidir. Kendisi aynı zamanda Halley Kuyruklu Yıldızıyla ilgili araştırmalar yapar, makaleler yazar.
İrfan bir gün yolda bir kadın görür. Gördüğü kadının hayallerindeki çok güzel, entelektüel, bilgili bir kadın olduğu fikrine kapılarak onu takip eder. Bazı tesadüflerden sonra konuşma fırsatı bulur. Acemice birkaç kelam eder ve kadın tarafından terslenir. Bu olay İrfan Galip'i adeta bir kadın düşmanı yapar. Kadınların zayıflığıyla, kötülüğüyle ilgili makaleler yazar ve halk arasında kadınlara olan öfkesiyle ünlenir. Bununla yetinmez ve zayıf, bilgisi olduğunu düşündüğü kadınları aşağılamak, küçük düşürmek için bir konferans düzenler. Bu konferansta astronomiden fiziğe varıncaya kadar bilimsel anlatılar yapar. Kuyruklu yıldız hakkında da bilgiler verir ve hatta kıyameti tasvir eden rüyasını anlatır. Konferansta bir de rüyanın sonuna topluluğu ürperten birkaç ses ve gürültü oyunu ekler.
Konferanslar devam ederken İrfan Galip isimsiz bir mektup alır. Bu mektupta genç bir kadın samimi bir üslupla kuyruklu yıldızla ilgili merakını anlatmaktadır. İrfan Galip mektuptan çok etkilenir ve coşkulu bir şekilde karşılık verir. Mektubu yazan kadına adeta aşık olur. Görmeden aşık olduğu kadınla mektuplaşmaları sürer. Sonra olaylar gelişir. Mektup getiren aracı kadını takip eder, kadın hakkında çok kötü şeyler öğrenir. Fakat öğrendiği tüm kötü şeylere rağmen onunla evlenmeye razı olur.
Kadının ise bir şartı vardır. Halley kuyruklu yıldızı dünyaya çarpıncaya kadar İrfan'a yüzünü göstermeyecektir. Görücülükten, düğüne kadar her şey kadının istediği gibi yapılır. Zifaf gecesi damda kuyruklu yıldızın dünyaya çarpmasını beklerlerken sohbet ederler ve her şey bu sohbetle birlikte ortaya çıkar. Soru işaretleri giderilir, şifreler çözülür. Kuyruklu yıldız da dünyaya çarpmaz. İkisi de aradıkları eşleri bulmanın sevincini yaşarken hikaye sona erer.
KARAKTERLER
İrfan Galip: Zengin aile çocuğu, batı tahsili görmüş, yaratıcı zekası olan, ilim sahibi, tuhaf, genç bir gazetecidir.
Feriha Davud: İyi bir eğitim almış, zeki, güzel bir kadındır. Hayalindeki eşi olup olmadığından emin olmak için İrfan'a çeşitli oyunlar oynar. Onun aradığı insan olduğuna emin olunca da evlenmeye karar verir.
Mahalle Halkı: Cahil, duyduğunu misliyle ve değiştirerek anlatan; geleneklere, göreneklere, sevdiklerine bağlı insanlar.
DEĞERLENDİRME
Hüseyin Rahmi bu eserinde okuyucuya kendine has mizacını tam anlamıyla aktarıyor. Mizahla dolu hikayenin içerisinde bizi güldüren bol bol diyaloglar ve yaşanan komik olaylarla birlikte sürekli eğlenmemizi sağlayan bir kurgu mevcut. Fakat bu kurgunun içerisinde asıl mühim olan barındırdığı mesajlar. Hüseyin Rahmi'nin hikayeyi kaleme aldığı dönemlerde bir çok yazarın eserlerinde sık sık karşılaştığımız 20. yüzyılın başındaki Osmanlı toplumunun gözlemi bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Osmanlı halkının cahilliği, kendine has mizahı, dedikoduya düşkünlüğü ve her yalanın sorgusuz sualsiz dilden dile kolayca yayılıp zihinlerde kabullenildiğini görüyoruz. Toplumda kadının yeri ve bununla ilgili Hüseyin Rahmi'nin yahut yarattığı karakterlerin fikirleri, eleştirisi, bakış açısı hikayeye ince bir şekilde işlenmiş.
Başrolümüz İrfan Galip bir kadının onu terslemesi üzerine tüm kadınlardan nefret etmeye başlar fakat sonra karşılaştığı kadın Feriha -karşılaştığı bile diyemeyiz, mektuplaştığı bir nevi kurgusal olma ihtimali bulunan kaleme alınmış yazıların sahibi olmasını umduğu kişi- tüm fikrini değiştiriyor. İrfan Galip hayalinde olmasını istediği okumuş, kültürlü, özgürlükçü, kendince idealist, yeri geldiğinde metafizik konulara yeri geldiğinde astronomiye, matematiğe meraklı edebiyat aşığı, güzellik sıfatının vücut bulduğu kadın profilini ilk tanıştığı kadına gördüğü bir iki ışıkla yeterli olmamasına rağmen yüklüyor. Feriha'yı görmeden, onunla sadece mektupta iki kelam ederek zihnindeki profilin o olduğundan emin olması ve bir kadın yüzünden tüm kadınlardan nefret eden İrfan Galip'in hayalindeki tasvire uygun biriyle karşılaştığını hissettiğinde tüm fikirlerinin değişmesi aslında bugün bile toplumumuzda insanların bir kişiyi dahil olduğu topluma, kuruma, kültüre mâl ederek tümünü o kişi gibi görmesi önyargısının gözlemidir. Bizde bununla ilgili atasözleri bile vardır. Bunlardan en çok bilineni "bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim." Bu atasözü kimi zaman doğru olabilir ama elbette bir kişinin davranışlarıyla dahil olduğu topluluğunkini aynı göremez, önyargıyla yaklaşamayız.
İrfan Galip'in eğlenceli ve aksiyon dolu bu zihnindeki tasvirle, aşkıyla kavuşmak heyecanı karşılığını buluyor. Feriha Davud o tasvirin ta kendisi. Fakat İrfan'ı peşinden koşturuyor. Ayrıca Feriha mahalle kadınları, İrfan'ın ailesindeki kadınlar tarafından da bazı davranışları sebebiyle eleştiriliyor. Onun davranışlarının gelenek ve göreneklere aykırı olduğunu düşünüyorlar fakat Feriha gelenek görenekten ziyade toplumun baskılayıp içine kapattığı, fikrine danışılmayan ve kendisiyle ilgili en mühim konu olan evliliğiyle dahil herkesin karar alması ve bununla ilgili herhangi bir tercih hakkı bulunmayan kadın profilinden uzak. Öyle ki zifaf gecesi adetini bile değiştirerek uyguluyor ve o gece bile bu yüzden eleştiriliyor.
Feriha'nın tüm bunlardan, toplumdan, kadının toplumdaki yerinden, değerinden ötürü mektuplarında "kadın olduğuna üzülen bir zavallı" diye imzası var. Modern kadın olmak için çaba sarf eden fakat toplumun bunu kabul etmeyeceğini düşündüğünden dilinden anlayacak biriyle karşılaşana kadar hep kendi içinde kalmış bir kadın Feriha.
Hüseyin Rahmi eseri 1912 yılında yazıyor ve o dönemde kadın hakları, kadın-erkek eşitliği, kadının toplum hayatına dahil olması, kendi hür iradesiyle dilediği gibi yaşayabilmesi ve her şeyden önemlisi kendi hayatıyla ilgili kararları kendisinin alabilmesi gibi konular ne kadar ciddiye alınıyordu, konuşulduğunda gülünçlükten öteye gidip ciddiye alınıyor muydu, sanmıyorum. Zaten henüz yeni istibdat döneminden çıkmış bir Osmanlı var, 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla hürriyetten, fikir özgürlüklerinden bahsedebilmek biraz mümkün olsa da toplum yüzyıllarca saray ve çevresi dışında cahil bırakılmışken bir modernlikten söz edebilmek, kadının da insan gibi değer görmesini, kadın haklarını, kadın-erkek eşitliğini anlatabilmek sık karşılaşacağımız bir durum değil o dönem için. Fakat Hüseyin Rahmi Gürpınar bunu yapmış.
Ek olarak Hüseyin Rahmi'nin diğer romanlarında karşılaştığımız gibi bu eserde de akılcı düşüncenin gelişmesi için çaba gösterilmesi gerektiğini, İrfan Galip gibi zeki ve kurnazların saf, cahil insanları kolaylıkla kandırabildiği düzeni ancak bu şekilde aşabileceğimizi savunur. Yine aynı dönem yazılan birçok eserde olduğu gibi "yanlış batılılaşma" konusu işlenmiş, doğu-batı sentezini yapmaya çalışırken çorba olmuş insanların gözlemlerini kurguda yarattıklarıyla bize sergilemiştir.
O dönem daha çok kullanılan garplılaşma ifadesiyle batılılaşmayı veya zıttı diyebileceğimiz Doğuculuk veya daha ziyade gelenekçiliği yanlış anlayan Osmanlı tebaasında olduğu gibi bugün de aynı kargaşa içinde kayboluyoruz. Batılılaşmaktan bahsederken pozitif bilimlere ilgi duymuyoruz, üretip pazara sundukları insanı aptallaştıran ürünlerin bağımlısı oluyoruz. Kültürümüzü koruyup modernleşmek, kendi kültürümüzle gelişmek yerine bir Amerikalı gibi, İspanyol gibi, Fransız, İtalyan veya Alman gibi olmaya çalışıyor, onların kültürünü benimsemek için uğraşıyoruz. Bu mücadeleyi verirken dil öğrenmek gibi bir derdimiz bile yok. Hatta bırakalım dil öğrenmeyi yine bu noktada kendi zengin dilimizi bile aşağılıyor, hor görüyor, onu geliştirmek için bir çaba sarf etmek yerine yabancı dillerden aldığımız kelimeleri olduğu gibi dilimize yerleştiriyoruz mesela. Modernleşeceğiz diye olmamız mümkün olmayan farklı bir kültürün insanını kendimize profil çizip o kişiler gibi giyinmeye, yemeye, içmeye çalışarak onlardan biri olduğumuzu sanıyoruz. Ama yine aynı profil aldığımız insanların kariyerlerini geliştiren, refahlarını arttıran, edebiyatlarını, sanatlarını, teknolojilerini ileriye taşıyan şeyi merak etmiyoruz. İşte bu da bizi komik duruma düşürüyor çünkü başaramıyoruz ve çorba gibi oluyoruz.
Bunun tam zıttı olan Doğululaşmak var bir de, onu da beceremiyoruz. Buna daha çok gelenekçilik diyebiliriz. Geleneklerimizi, kültürümüzü korumayı batıdan gelen her şeyi reddederek doğudan gelen, dini, ruhani içerikli olan her şeyiyse koşulsuz şartsız kabul etmek sanıyoruz. Herhangi anlamsız bir şeyin, akla mantığa uymasına lüzum görmüyoruz çünkü sürü psikolojisiyle atmosfere öyle bir kapılıyoruz ki düşünmek eylemi neredeyse varlığını yitiriyor. Alternatif tarihler üretiyoruz, yine kendimize örnek aldığımız Doğulu kültürlerden sadece giyimlerini, yaşam tarzlarını çekip alıyoruz. Onlar gibi giyiniyoruz, aile, cemiyet ilişkilerimizde belki onlarda bile olmayan üretilmiş, yozlaşmış yaşam biçimlerini kullanıyor ve benimsiyoruz. Bu da bizi yine komik duruma düşürüyor. Doğululaşmak ya da Batılılaşmak, modernleşmek ya da gelenekçilik yaptığımızı iddia ettiğimiz fakat beceremediğimiz için ortaya bir çorba sunmak bizim için. 100 yıl önce de böyleydi bugün de öyle. Çünkü biz sembolik yaşıyoruz. Sembolleri seviyoruz, aşığıyız, bağımlısıyız. Bizim için bir şeyin ne olduğu değil nasıl göründüğü mühim, ne olduğu değil onun hakkında nasıl konuşulduğu veya popüler şahısların onunla ilgili yorumları mühim. Dini ögelerimiz tamamen sembolik, çoğunluğun Müslüman olduğu toplumumuzda İslam artık sembolleşmiş durumda. Kutuplaşıyoruz, bölünüyoruz, dağılıyoruz.
Güzel şeyler de olmuyor değil, oluyor. Her şeye rağmen bizi biz yapan üzerinde durmadığımız şeyler var. Bunlar merhamet ve sevgi. Bu duyguların özünde bizim kadar yoğun olduğu belki başka bir toplum yoktur. Kimi toplumlar bu duyguları eğitimle, zamanla elde ederken biz ise bunları eğitimle daha doğrusu yanlış eğitimle, eğitimsizlikle, anlamsız yönelimlerimizle yok ediyoruz. Canavara dönüşüyoruz. Merhamet duygumuzu yitiriyoruz. Ama diyorum ya önce kim olduğumuzu öğrenir, hatırlarsak, ne olduğumuzu kabul edip yola çıkarsak ve kendimizi tanıyıp, özümüzde bulunan sevgi ve merhamet duygularını koruyarak gelenekleriyle modernleşmiş bir toplum oluşturabiliriz. İşte bunu yapabilmek için de önce sevmek, sevilmek, aşık olmak gerek. İşte ancak Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın kaleme aldığı bu eserindeki kurgusal yaratılar İrfan Galip ve Feriha Davud gibi insanlar bunu başarabilir.
Çok güzel bir özet olmuş tebrikler
YanıtlaSilBaşarılı bir inceleme olmuş. Dönem eleştirisinin başarıyla gerçekleştirildiği bu romanın bu şekilde detaylı bir incelemesini okumak eminim herkes için çok faydalı olacaktır.
YanıtlaSil